12 Mayıs 2014 Pazartesi

Newsroom: Haber Dünyası Bile Dizi Oldu

Ve çok da iyi oldu. Bu arada olalı da 2 sene oldu aslında. Çünkü Newsroom, HBO'da 2. sezonunu tamamladı hatta 3. sezon için son hazırlıklarını tamamlıyor. Ben birazcık geç yakaladım, siz de iyice geç kalmayın istedim. O yüzden blogda hemen bu diziye de bir yer ayırdım. Başlıyorum.


Elimizde bir Will McAvoy karakteri var ki zaten dizi kendisinin üzerine kurulmuş ve hikaye tamamen onun ruh haline göre şekilleniyor. Bu adamı çok seveceksiniz. Başta "Bu ne lan, götü kalkmış bunun." lafı kafanızdan bir geçiyor ama gerçekten de inanılmaz bir karakter. Bir kere aksi, sevimsiz ve umursamaz görünüşünün altında, ince bir eğlence arayışı ve çevresindeki her şeye aşırı önem veren bir adam var. Tertemiz kalbi var adamcağızın ama değerini bilmiyorlar.( Bu noktadan sonra Yudum Yudum Anadolu programına geçermişim.)

Will McAvoy karakterini Jeff Daniels canlandırıyor. Ki dizinin de en kariyerli (taşaklı) aktörü diyebiliriz. Kendisi 4 kez Golden Globe adayı oldu. Biri de Newsroom'daki oyunculuğuyla bu arada. Ne yazıkki henüz bu ödülü alamadı, ama bu oyunculuğu eninde sonunda ödüllendirirler. Bu arada evet, kendisi "Salak ile Avanak" filminde Jim Carrey ile birlikte oynayan abi. Yaşlanmış hali.

Haber sunarken hep çok ciddi.


Dizinin hikayesi aslında çok sıradışı bir hikaye değil. Ama içini bilmediğimiz, sadece ambalajına bakıp aldığımız bir "Habercilik" dünyası var. Bu içine girip bakmadığımız bir şey. Bildiğimiz şey ise; kanallar reyting için çarpışıyor, önemli olan şeyler değil de izleyicinin sevdiği türden şeyler ekrana yansıyor. Ya da izleyicinin kalbinde bir teli tıngırdatan, ajite eden, güldüren şeyler.... Habercilik anlayışı dünyanın her yerinde böyleymiş, bunu hemen öğreniyoruz. Ya da Amerika ve Türkiye'de böyle bilemedim. Ama gerçek bir haberden ziyade iPad kullanan maymunu izlemeyi seven insanlara, kodamanlar da haliyle bol bol muz yediriyorlar.

Ve adamımız Will McAvoy, bir zamanların haşin, saldırgan ve tüm kısıtlamaları görmezden gelip gerçek haberleri sunan ana haber spikeri iken, birden bire daha magazinel bir ana haber bülteni sunmaya başlıyor. Neden? Bir erkeği aniden bu kadar değiştirebilecek, umursamazlaştırabilecek tek şey yüzünden tabii ki: Kadın

Will McAvoy, yayın yönetmeni olan MacKenzie McHale ile geçmiş yıllarda bir ilişki yaşıyor ve ileride nedenlerini öğreneceğimiz bir şekilde bu kadın tarafından aldatılıyor. Fakat kadın pişkinlik yapıp zeytinyağı gibi üste çıkmayıp, hatasını anladığını göstermek için ülkeyi terk ediyor. Ortalığın epey karışık olduğu Afganistan'a giderek haber yönetmenliği kariyerine orada devam ediyor. Will de "Başlarım haberinize de size de" diyerek kanal sahiplerinin kendisinden istediği haberleri yapmaya başlıyor. Ve kısa sürede ülkenin en iyi 2 ana haber spikerinden birisi olarak anılmaya başlıyor. Hatta haber dünyasının Jay Leno'su sayılıyor.

Aradan yıllar geçiyor ve Will, onunla iş yapan insanların sevmediği ve korktuğu bir insan haline geliyor. Beraber çalıştığı set ekibinden tek bir kişiyi bile tanımıyor hatta. O kadar boşvermiş ki (her yıl milyonlarca dolar kazanıyor olması da buna bir etken olabilir) sadece kendisine yapması söylenenleri yapıyor ve içine kapanıyor. Fakat kanalda bir yönetmen değişikliği sonrasında, onun programında boşalan yönetmen koltuğuna en beklemediği kişi oturtuluyor. MacKenzie McHale. (Bir üst paragraftaki abla)

Yıllar sonra geri dönen MacKenzie, Will'i tekrar gerçek haber yapması için ikna etmeye uğraşıyor. Ve biz de bu esnada Will'in aslında MacKenzie gittikten sonra içinde oluşan o büyük boşluğu, seyircilerin ona duyduğu ilgiyle kapatmaya çalıştığını anlıyoruz. Ve daha pek çok şeyi. Velhasıl anlattığım bölüm dizinin ilk bölümünün ilk 10-15 dakikasında göreceğiniz bölüm. Asıl şov, bu noktadan itibaren başlıyor ve hakkaten arkanıza yaslanıp ilgiyle izliyorsunuz.

Dizinin ana kadrosu. Yerdeki abla Olivia Munn. 
Daktilo başındaki dallama Aaron Sorkin. Yani dizinin yaratıcısı.

Dizide tabii ki "aksiyon, bilimkurgu, fantezi" öğelerine rastlamayacaksınız. Çünkü başlı başına bir drama. Ama içinde sinsice pusuda bekleyen ve aniden çıkıp sizi güldürmeye hazır olan espri parçaları da bulacaksınız. Zira ben ara sıra diziyi durdurup kahkahalar attım. İnsan tek başına bir şey izlerken kahkaha attığında, kendisini biraz garip hissetmiyor değil. Ayrıca dizinin janrında "Romance" geçmiyor ama dizideki ana karakterlerin neredeyse tamamının aşk hayatlarını da hiç sıkılmadan takip edebiliyorsunuz. Benim ne dizide ne filmde hiç sevmediğim bir şeydir, zaten seviyor olsam şu an Seksendısiti incelemesi yapıyor olurdum. Ama ne yalan söyleyeyim Newsroom izlerken hiç sıkılmadım karakterlerin aşk hikayelerinden. Ayrıca bir bölümde "Sex and The City" ile ilgili kısa bir muhabbet var, izleyip izleyip güldüm.

Aslında Newsroom incelemesinden ziyade bir Will McAvoy incelemesi de yapabilirmişim. Çünkü şimdi düşünüyorum da adam diziler tarihinin en etkileyici karakterlerinden birisi. Siyasi görüşünü "Cumhuriyetçi" olarak tanımlıyor, ama buna rağmen Cumhuriyetçileri canlı yayında ağır biçimde eleştirmekten ve en ufak bir hata yaptıklarında hemen ifşa etmekten geri kalmıyor. Hatta bunu bir görev olarak görüyor. Çünkü onun habercilik anlayışına göre insanlar kime oy vereceklerini çok iyi görmeli ve en doğru kararı verebilmek için de her tür bilgiye sahip olmalılar. Tam Türkiye'deki habercilik anlayışı gibi değil mi?

Bu arada keşke Will McAvoy gibi bir adam olsa Türkiye'de ve hiçbir baskıya boyun eğmeden çatır çatır haber yapsa dedim hep izlerken. Başka şeyler de düşündüm ama esas olarak aklımdan geçen hep bu oldu. Tabii Amerika şartlarında bile ütopik bir karakter. Yine de hayal etmesi güzel.

10 üzerinden bir puan vermek zorunda kalmak istemiyorum asla, çünkü yapımların neye göre ve kime göre ("bana göre" yeterince iyi bir örneklem değil) puanlandığını oldum olası anlayamadım. Ama 10 üzerinden 11'i alamıyorsa eğer, izleyenlerde bir problem olduğunu düşünürüm. Standartın üstündeki şık hikayesi, kusursuz oyunculukları, sıcak ve samimi dili, yeri geldiğinde Amerika'yı eleştirip yerden yere vurabilmesi ve daha pek çok özelliğiyle bence son yıllarda televizyonlarda yayınlanmış en iyi şovlardan birisi.

Sana diyorum,şş... Abi kesin izle.

24 Nisan 2014 Perşembe

Bu Kesmiş, Bu Pişirmiş, Bu Yemiş, Bu Da Hannibal'a Demiş

Hannibal çok iyi adamdı. Biraz değişikti ama iyi adamdı. Yamyamdı falan ama enteresandı. Derken Hannibal'ı dizi yapalım ve dizi yapmakla kalmayıp çok değişik kafalarda bir şey yapalım diyerekten adamlar karşımıza çıktılar geçen sene. Çok da iyi yaptılar. Bu nasıl dizi? Ne içip, çekip yazıyorsunuz senaryosunu? Yönetmen bildiğin banyo tuzu kullanıp kamera arkasına geçiyor belli. Çok çok enteresan.



Tamam. Yukarıda epey boş konuştum biliyorum. İçimden gelenleri bi yazayım dedim önce. Ama haksız değilim bence, çünkü dizinin her sahnesi muazzam görselliğe sahip. Özellikle dizinin baş karakterlerinden Will Graham (Hugh Dancy)'in kafasının içine girdiğimiz sahnelerde, adamcağızın müthiş hayalgücünü kusursuz yansıtmışlar.

 Will'in hayal dünyasının baş kahramanı bu arkadaş.

FBI danışmanımız Will Graham olay yerini incelerken, bir metronumun sağa sola yaptığı salınım hareketine benzer bir hareketle kendisinin zihnine giriyoruz. Olayın nasıl geliştiğini, kafasında canlandırışını izliyoruz. Cinayet mahalinde yürümesi, kendini katilin yerine koyarak makdulü hayali olarak tekrar öldürmesi, psikopatlık düzeyine göre cesede yaptıkları vs...  Hepsine tanık oluyoruz. O da tanı koyuyor. Katillerin psikolojisini, o cinayeti neden işlediklerini bize açıklıyor. Hep de doğru biliyor şerefsiz.

Will Graham. Şimdi bu adamın psikolojisi nasıl düzgün olsun?


Ve tabii ki Chesapeake Matadoru lakabıyla bilinen Hannibal Lecter'ımız var elimizde. Nerede mantık sınırlarını son noktasına kadar zorlayan bir cinayet var, bilin ki o cinayetin altında da Hannibal Lecter'ın imzası var. Ama tabii ki bundan kendisi dışında kimsenin haberi yok. Mantık sınırlarını zorlamak deyince tabii aklınıza nasıl şeyler geliyor pek bilemiyorum. Ben birkaç örnek vereyim diziden, bakalım mantığınız ne kadarını alıyor.

1- İnsan bedenlerini, üzerlerinde mantar yetiştirmek için kullanmak.
2- İnsan bedenini bir ağacın gövdesi haline getirmek, içine de çiçekler ekmek.
3- İnsan bedenini dikine 8-10 parçaya ayırıp, cam muhafazalar içinde sergilemek.
4- İnsan bedenini geyik boynuzuna geçirmek.
Ve çeşit çeşit ruh hastalıkları. Şahsi kanaatim bir cinayeti kabul edilebilir kılacak bir şey olamaz ama bu saydıklarımdan bazılarında cidden sanatsal dokunuş var. Hannibal Lecter'i bir nevi sanatçı sayabiliriz.

Bu insan eti bir harika dostum...


Bu arada dizide aralara serpiştirilen Hannibal'ın yemek hazırlama planları insanın ağzını sulandırıyor. Ama sadece 1 an için. Sonra o etlerin insan eti olduğunu hatırlıyoruz, ağzımızın sulanması geçiyor. Yine de şunu söyleyeyim, tek başıma bir danaya girip, çılgınlar gibi o yemeklerden bazılarını yapmak istedim. Sunumlar falan zaten müthiş. Neyse...

Velhasıl adam farklı şekillerde öldürüyor, buzdolabında eksik olan et ürünlerini de kurbanlarından alıyor. Ya da hazırlamak istediği menüye göre insan avlıyor. Sonra da evinde yemek partisi veriyor. Ne kadar eşi dostu varsa yediriyor. (Dışarıda yemek yerken dikkatli olun.)

Hannibal bir başka sanatını icra ederken.


Peki Hannibal Lecter karakterini kim canlandırıyor? Mads Mikkelsen.
Kendisini şahsen İskandinav sinemasından çok iyi biliyorum. Müthiş bir oyuncu olduğunu zaten anında anlıyorsunuz. Bu aralar Hollywood'un, oyuncusundan yapımcısına, kameramanından yönetmenine TV yapımlarına geçmesi furyasına, Hollywood'un taze kanı Mads Mikkelsen de böylece katılmış oldu. Çok da iyi oldu ama, çünkü meğer herif bu rol için biçilmiş kaftanmış. İngilizce konuşurken ki aksanı birazcık sırıtıyor ama donuk iskandinav yüzü o aksana farklı bir hava katıyor. Bence o haliyle de diziye cuk oturuyor.

Dizide birkaç karakter daha var. Alana Bloom isimli bir psikolog, Jack Crawford isimli FBI ajanı (ki kendisini Laurence Fishburne canlandırıyor. Nam-ı Diğer Morpheus), sık gördüğümüz adli tıp çalışanları, kafa doktorları vs... Ama Will Graham ve Hannibal Lecter arasında geçen bir hikaye izlediğimizi söylersem yalan söylemiş olmam. Bir satranç tahtasının iki ucunda gibiler.

Ekip böyle. Sofrayı umarım Hannibal kurmamıştır.


Genel olarak karanlık bir atmosfer var. Müzik yok. Eksikliğini de hiç hissetmedim. Diziyi diyaloglar mükemmel derecede dolduruyor. Açıkçası klasik polisiye dizilerinin o kadar dışında ki, terimsel şeyler konuşsalar bile bir şekilde anlıyoruz. Dizinin ruhu var resmen, kendini her şekilde açıklıyor.

Kurguda belli bir akış var ve genel hatlarıyla tahmin edilebilir bir akış bu. Ama 1. sezonun finali yumruk gibiydi. Nereden geldiğini anlayamamıştık, onu da belirteyim. Ve yine kurgunun boşluksuz bir devamlılığı söz konusu değil. Yeri geldiğinde küçük "time skip" olarak adlandırılan atlamalar yaşanıyor. Bir anda birkaç gün sonrasına gidebiliyoruz ve oradan devam ediyor hikaye. Aradaki boşluğu bazen dolduruyorlar, bazen gerek bile duymuyorlar. İki türlü de sırıtmadan yapmayı başarıyorlar.

Şöyle net konuşayım ben yine, bu konuda iddialı ve net olmayı seviyorum: Hannibal şu an aktif olan diziler arasında en iyi 2-3 diziden biri. Sıradışı bir anlatım tarzı var. Görselliği kesinlikle anlatım tarzından daha sıradışı. Hannibal filmleriyle genetik çok az bağı var ki bence böyle olması daha iyi. Klişelerden çok uzak bir işlenişi var. Sinematografik dili, ışıkları, renkleri, müziksizliği ile diziler arasında çok marjinal bir konuma yerleşiyor.

Öyle ki ben de Abi Kesin İzle diyebiliyorum.

Afiyet olsun.


20 Mart 2014 Perşembe

Bir Diğer "Çok İyi" İngiliz Dizisi: Utopia

İnternette tanışan, birbirinin tamamıyla zıttı 4 insan, sağlık bakanlığından çalışan bir adam, Jessica Hyde diye bir isim, o ismi etrafta soruşturan ve sordukları herkesi öldüren 2 katil, bir takım ne olduğu anlaşılamayan çizimler ve karşınızda İngiliz dizilerinin "nedense harika" olduğu tezini doğrulayan Utopia. İlk cümlede bahsettiğim şeylerin tamamı size yabancı ve hiçbir şey anlamadınız biliyorum. Hatta henüz anlayamamış olmanız iyi bile, yoksa tadınız kaçardı. Abi Kesin İzle diyeceğim diziler arasında ilk 5'te yer alan bu kısacık seriyi şimdi hemen açın izleyin, yazının gerisini okumasanız da olur.



Tamam, madem ki okumaya devam ediyorsunuz, iyice açıklayayım da bu muhteşem diziden daha fazla uzak kalmayın. Hemen şu aşağıdaki linkten, dizinin ilk bölümünün ilk 3-4 dakikasını izleyin önce. Sonrasında size detayları aktarayım. (Konuşmalar İngilizce, altyazı yok, ama azıcık ingilizce biliyorsanız bile yeter. Anlayacaksınız.)



Videoyu izlediğinizi varsayarak oradaki çok önemli bir şahsiyetten başlıyorum anlatmaya.
"Where's Jessica Hyde?" Sadece birinin nerede olduğu soruluyor evet ama aslında bu soru, bugüne kadar bir dizide sorulmuş en önemli soru olabilir. Çünkü Jessica Hyde, akla hayale gelmeyecek bir düğümün çözümü. Ve bu soruyu hikaye boyunca sık sık soran Arby isimli arkadaş (Adının anlamını ileride öğreniyoruz) o düğümü çözmek ve Utopia Manuscript olarak geçen çizimleri ele geçirmek istiyor. Tabii ki Arby sadece sobanın üstündeki sıcak kestaneyi almak için kullandığımız maşadan çok da farklı değil. Arkasında kişiler kişiler ve daha fazla kişiler var.

Bu 4 dakika diziye dair bir şeyler anlatıyor. Ama hikayenin derinliğinin 100'de 1'ini bile barındırmıyor. Hayatımda bu kadar iyi kurgulanmış çok az şey izledim onu peşin peşin söyleyeyim. İlk bölümden son bölüme kadar (ki sadece 6 bölümlük bir ilk sezonu var henüz) sürekli merak içerisindeyiz. Tam, "oh be anladım sanırım n'olduğunu" dediğimiz anda, sağdan gelen yumruğu gördüğümüzde, nereden geldiği belli olmayan bir sol kroşeyle donup kalıyoruz. Ve hikaye kesinlikle kendini hiçbir noktasında tekrar etmiyor, duraksamıyor, gerilemiyor, hep ileri adım atıyor.

Ağzıma soksaydın Arby...

İngiliz oyuncular biraz tutuktur genelde. Alıştığımız Amerikalı havası ve gayri ihtiyari Amerikan aksanı olmadığı için bu dizide de o sıkıntıyı biraz yaşamak mümkün. Ama ben kesinlikle öyle hissetmedim. Tam aksine her diyalog, her jest, mimik, beni etkiledi. Zaten genel yapısı itibariyle merak uyandırıcı olduğu kadar, mizahi bir yapısı var dizinin. Sık sık güldüğüm oldu. Bazı bölümlerde hikayenin dram yönü de oldukça ağır basıyor, onu da es geçmeyelim.

Utopia ile ilgili bir muhteşem özellik daha var ki o da müzikleri. Çok geniş bir soundtrack'i yok aslında. Ve ilginç bir müzik seçimi var ama her nasılsa o ilginç seçim diziye cuk diye oturmuş. Hangi sahnede hangi müziğin kullanıldığına çok dikkat edilmiş ve atmosfere uygun müzikler (Helix isimli dizinin şaka gibi müziklerinin tam aksine) üretilmiş.

Dizi boyunca ağzına vurmak isteyeceğiniz bu veletle şimdiden tanışın.

Biraz oyunculara değinmek gerekirse, bana izlemeye başladığımda hemen aşina gelen Nathan Stewart-Jarrett oldu. Aranızda Misfits izleyen varsa, siyahi koşucu abiyi hemen tanıyacaksınız. Bu dizide de müthiş bir oyunculuk sergilemiyor, ama sırıtmıyor da. Oyunculuğuyla dudak uçuklatan üç karakteri hemen belirteyim burada:
1- Jessica Hyde karakterini canlandıran Fiona O'shaughnessy.
2- Arby'i canlandıran Neil Maskell.
3- Sağlık bakanlığı çalışanı Michael Dugdale'i canlandıran Paul Higgins.
Tiplerine imdb'den bakabilirsiniz ama hiç uğraşmayın bence. Direkt diziyi izleyin.

Birazcık bilimkurgu, birazcık drama, bol bol gizem ve ne anlatmak istedikleri anlaşılamayan çizimlerin bir araya gelmesiyle Utopia seyir zevkini hep en üst noktada tutuyor. Bu arada dizi ilk 6 bölümüyle final yapmıştı ama düşük rating'lerine rağmen kanalı dizinin devam etmesi konusunda ısrar edince yapımcılar ve senaryo ekibi tekrar kafa kafaya vermiş. Böyle duyumlar aldım. İddialara göre dizinin kanalı Channel 4, Utopia'yı bir prestij işi olarak görüyormuş ve kalitesinden aşırı memnunmuş. Düşünün yani rating'leri umursamama derecesinde seviyor adamlar. Ayrıca Channel 4 dediğim de bildiğin Kanal 4 lan.

Dizimizin neşesi Wilson Wilson.

Utopia'nın konusu da aslında çok çok basit. Bir grup insanın çizgi roman zannettiği bir takım çizimler var. Hatta çizen adamla ilgili farklı farklı söylentiler olduğunu da biliyoruz. Yok akıl hastanesinde yatan bir deliymiş de bilmemneymiş... Bu çizimlerin peşinde olan ve her uğradıkları yerde cesetler bırakan 2 adam var. Wilson Wilson var, ki bayılıyorum tiplemeye. Sağlık Bakanlığı'nda çalışan ve seks kasetleriyle tehdit edildiği için istemediği şeyler yapmak zorunda bırakılan bir adam var. Bunların hepsi, Guy Ritchie tarzına yakın bir tarzda birbirine bağlanıyor.

Size de karşısında salya akıtarak izlemek kalıyor. Abi Kesin İzle diyorum sadece.

24 Şubat 2014 Pazartesi

Henüz İzlemeyenlerin Büyük Ayıbı: Vikings

History Channel'ın medar-ı iftiharı Vikings'in çok beklenen 2. sezonunun başlamasına birkaç gün kalmışken hazır, henüz diziyle tanışmamış olanları da başlatmanın tam vakti gibi geldi bana. Çünkü dünya genelinde yüksek bütçeli ve kaliteli dizi patlamasının yaşandığı şu dönemlerde, bazı çok iyi yapımlar bu bolluğun kurbanı olup gözden kaçabiliyorlar. Aman diyeyim Vikings kaçmasın, şu vakte kadar kaçtıysa da derhal yakalansın. Zaten henüz başlamadıysanız çok da geç kalmış olmazsınız. Çünkü sadece 9 bölümlük bir 1. sezonu izledik. Ama inanın o 9 bölüm, 9 sezonluk pek çok diziyi seyir keyfi açısından 5'e 10'a katladı.


Peki Vikings tam olarak ne? Nerede geçiyor, hangi zamanı anlatıyor? Yuh! Vikingler ulan işte. Bizim çocukluğumuzda çizgi filmi de vardı hatta. Viki burnunu kaşırdı da tüm sorunlara şip şak çözüm bulurdu. Biz de ağzımızdan salyalar akar halde izlerdik.

Tabi dizinin, çizgi filmle uzaktan yakından ilgisi yok. Hatta aksine çoğu ciddiyetli yapımdan daha ciddi ve daha sert. Bizi doğruca 1000 yıldan fazla geriye götürüp, hakiki vikinglerin hayatlarına sokuyor.

Hikayemizin baş karakteri Ragnar Lothbrok, dahil olduğu kabilenin ve yaşadığı çağın zorlu savaşçılarından biri. Kendisi sürekli doğuya akın yapmaktan ve çok az ganimet topluyor olmaktan çok şikayetçi. Hatta bu nedenden ötürü kabilenin reisi Earl Haraldson'a açık açık olmasa da taş atıyor. Eğer Batı'da olduğunu düşündüğü topraklara yolculuk ederlerse daha zengin olacaklarını düşünürken, Reis Haraldson onun hayaller peşinde koştuğuna inanıyor. Ama Ragnar'ın maceraperest ruhu ve isyankar yönü hem onu hem de kabilesini geri dönülmez yollara sokuyor.

En öndeki arkadaş Ragnar Lothbrok. "Az dur, geliyorum şimdi seni öpmeye." bakışı atıyor.

Olabildiğince spoiler vermeden şöyle kısa bir özet geçtim. Dizinin sinopsisinde de olan ekstra birkaç bilgi daha vereyim. Ragnar'ın korkusuz bir savaşçı olmasının yanı sıra, Nors mitolojisinin savaş tanrısı olan Odin'in soyundan geldiğine inanmak için sebeplerimiz var. En azından dizinin senaristi böyle olduğunu iddia ediyor. Ki bu bile diziye şöyle bir bakmak için yeterli sebeptir diye düşünüyorum.

Şimdi bu dizi neden Abi Kesin İzle'de yer buldu kendine, biraz da ondan bahsedelim. Hatta benim için enteresan olan şöyle bir nokta daha var, bu dizi nasıl oldu da History Channel gibi bu işin acemisi bir kanal tarafından yapılabildi. Biz History Channel'ı, belgeselvari yapımlarıyla bilirken birden karşımıza oldukça başarılı, kurmaca bir diziyle geldiler. Ki başarılı diyorsam, sadece History Channel standartlarında değil, genel anlamda epey başarılı.

Bir kere dizinin geçtiği çağ, o çağın atmosferi çok çok iyi verilmiş. Kurulan sazdan, taştan evlerden tutun, oyuncuların giydikleri kıyafetlere kadar dizi ekibi çok iyi iş çıkarmış. Çekimler iskandinavyada yapılıyor ve manzaralar tarif edilemez güzellikte ve korkutuculukta. Dizinin açılış sahnesindeki akşamüstü loşluğu ve savaşın geçtiği küçük tepe ile manzarası beni benden almıştı. Her bölümde aynı huşu hissini yaşadığım başka bir mekan daha görmek de benim için diziyi daha etkileyici hale getirdi.

Oyunculuklar kusursuz olmasa da çok çok iyi. Ragnar karakterini oynayan Travis Fimmel, Floki karakteriyle Gustaf Skarsgard ve Rollo karakteriyle Clive Standen gerçekten de müthiş iş çıkarıyorlar. Diğer oyuncular için aynı şeyi söylemek çok mümkün değil. Hatta beni şaşırtan şeyler arasında, dizideki tek kariyerli oyuncu olan Gabriel Byrne'ın vasatı azıcık aşan oyunculuğu var. Şimdi ben böyle deyince leş gibi oyunculuklar beklemeyin tabii, sadece insan birazcık daha etkileyici oyunculuk bekliyor. Sonuçta bambaşka bir çağın adamlarını izliyoruz. Etkilenmeye ihtiyacımız var.

Soldaki hatun Ragnar'ın karısı. Kesinlikle ev hanımı değil, aksine yaman bir savaşçı.


Neyseki en başta saydığım 3 oyuncu, ekranda diğer tüm oyunculardan daha uzun süre kalıyorlar da diğer oyuncular diziyi bok etmeye fazla fırsat bulamıyor.

Müzikler güzel, zaten soundtrack albümünü nispeten popüler grupların parçaları doldurmuş. Hatta jenerik müziği için fazla zahmet etmeye gerek görmeyip, doğruca o atmosfere ancak bu kadar cuk olabilecek bir parça olan If I Had A Heart'ı kullanmışlar. Fever Ray'in en çok bilinen ve sevilen şarkılarından bir tanesi kendisi.

Dizinin bir güzel yanı da, olacak şeyleri aslında az buçuk tahmin etseniz bile içinize o küçük kuşku kırıntısını çok iyi yerleştirebiliyor olması ve sizi beklediğiniz sonlarda bile şaşırtabiliyor olması. Ki bu özellik bence çok fazla dizinin başarabildiği bir özellik değil. Ayrıca senaryo zaten başlı başına ilgi çekici.

Bu arada diziyi izlerken şunu fark ettim ki ben Vikingler hakkında bir şeyler biliyormuşum ama o bildiğim şeyler çok da fazla değilmiş. Abilerin yaşayışı, gelenekleri, ahlak anlayışları, dostlukları, giyim kuşamları ve aklıma gelmeyen daha pek çok şey bu dizide yer bulmuş. Eğer yapımcılar abartmıyorlarsa, Vikingler hakkaten çok enteresan milletmiş.

Karakterlerimiz de enteresan. Ragnar'ın, o çağda hem güç hem zekayı aynı bünyede barındıran bir adam olması biraz garip geliyor olsa da zamanla karizması sizi alıp götürüyor ve bunu daha fazla sorgulamıyorsunuz. "Oh be, iyi ki Ragnar diye bir adam var." bile dedirtiyor yani. Rollo'nun sinsi hareketleri bizi epey kıllatıyor ama müthiş gücü ve çabuk tükenen sabrıyla ilgi çeken bir karakter olduğu gerçeği bozulmuyor. Floki ise dizinin eğlence kaynağı. Tüm o dev Vikinglerin arasında, fiziksel olarak bir göz tatmini yaratmasa da varlığı ve olaylara bakış açısı, onu çoğu izleyicinin favori karakteri haline getirmeye yetiyor.

Solda Rollo, sağda Floki.


Dizi sadece bu 3 karakterden ibaret değil tabii ki. Çok fazla entrika ve savaşın içinde karşımıza çıkan pek çok enteresan karakter daha var. Ama hepsinden tek tek bahsedecek sabrım yok. İzleyeceksiniz nasıl olsa.

Entrika ve savaş demişken, dizinin büyük kısmının bu ikisi üzerinden ilerlediğini söyleyebiliriz. Entrikadan kasıt, asla bir Game Of Thrones entrikası değil. Onun yanında çömez kalır diyebiliriz. Yani bir Vikings de entrikalı ama bi Game Of Thrones değil. Lakin mevzu savaşmaya geldiği zaman Vikinglerin eline su dökecek baba yiğit, Vikings dizisinin eline su dökecek bir yapım yok. Yani tüm dövüşlerden keyif alacaksınız.

Zaten "Shield Wall" (Kalkan Duvarı) denilen savaş taktiğini Vikinglerin icat ettiğini söylemek ve bu taktiğin asırlar boyu en iyi savaş taktiği olduğunu iddia etmek çok da yalnış olmaz. Dizide birkaç kez bu savaş tekniğinin kullanıldığına şahit olacağız. Ha şöyle de bir şey var, savaş sahnesi iyi dedim ama bir Yüzüklerin Efendisi'ndeki Miğfer Dibi savaşı beklemeyin. Daha düşük prodüksiyonla yapılıyor sonuçta. Kalabalık savaş alanları göremeyeceksiniz. Öte yandan zaten o dönemde savaşlar daha ziyade kabileler arasında olduğundan öyle 10.000'e 10.000 savaşmak gibi bir durum da çok nadir gerçekleşiyordu. Yani az sayıda asker, çok sayıda aksiyon.

Shield Wall böyle bir şey işte. Heh kapandılar! Aç açabilirsen.


Ve bu güzelim dizinin bize 9 bölüm boyunca yaşattığı haz birden bire kesiliverince "Aaa n'oldu şimdi?" diye kalmıştık. "Nasıl 9 ya? İnsan bi 10. bölüm yapar en azından." bile demiştik. Yapımcılar sesimizi duymadı, hatta 2. sezon için 1 sene beklememiz gerekti. Ama yeni sezonun fragmanlarından görüldüğü kadarıyla beklediğimize değecek.

Tekrar ve tekrar aman diyeyim daha fazla geç kalmayın. Zaten 9 bölüm bir şey, çerez gibi arka arkaya izlenir gider. Olur da izlemezseniz sonra spoiler yersiniz, tadınız kaçar. Abi Kesin İzle'nin de yalanı yok ayrıca. İyi diyorsak, iyi.

Not: Diziye aşağıdaki parçayla hazırlanabilirsiniz. Diziyle hiçbir ilgisi yok, ama Vikinglerle yakından ilgili.

19 Şubat 2014 Çarşamba

The Walking Dead: Zombi Dediğin Böyle Olur

Zombili bir film yapma veya kitap yazma fikrini ilk kim buldu emin değilim. İşin aslı, çok umrumda da değil. Ama heralde bugüne kadar içinde zombi olan her 4 şeyden 3'üne bir göz atmışımdır. Mesela bir 28 Gün Sonra dediğin zaman akan sular durur. Ordaki virüslü abilere zombi demek ne kadar doğru bilmiyorum gerçi ama profile nispeten uydukları kesin.

Resident Evil: Biohazard gibi bir oyun vardı mesela ki zombi içeren oyunlar arasında hala benim için lider pozisyonunda. Sonradan ne teknolojiler kullanarak acayip zombi oyunları yaptılar da Biohazard'ın yerini tutmadı mesela.

Öte yandan zombinin komedisi de çok güzel oldu bazen. Mesela Shaun of Dead'i izlerken gülmekten gebermiştik arkadaşlarla. Zombili aşk filmleri de gördük akabinde. Warm Bodies'de zombi çocuk, canlı kızı yemedi de yanında yattı.

Böylesi geçmişi olan bir tema vardı elimizde ve daha nice yapım da izleyici ya da oyuncu karşısına çıkmak için sırada bekliyordu. Hepsinin arasından sinsice sıyrılan The Walking Dead ise bugüne dek yapılmış zombili en iyi 2-3 şeyden biri oldu. Hatta zombili yapımlar bir yana, son yıllarda yapılmış televizyon dizileri arasında da en iyi 5'ime her türlü alacağım bir dizi olmayı başardı.


Şimdi eminim Walking Dead'den hemen herkesin haberi vardır. Yine eminim ki 1-2 bölüm bakıp, ısınamayıp bırakanlar da olmuştur. Hali hazırda heyecanla yeni bölümleri bekleyenlerden hiç bahsetmiyorum zaten. Son saydığım gruptakiler bu yazıyı çok ilgi çekici bulmayabilirler. Ama diğer iki grup ve "The Walking Dead ney lan?" diyen masum 4. bir grup bu yazıdan bazı sonuçlar çıkarabilir.

"The Walking Dead'i neden izlemeliyim?" diye bir sorunuz varsa bunun en iyi cevabı, dizinin her şeyiyle buram buram kalite kokması. Senaryosu, kurgusu, renkleri, kostümleri, makyajları (Makyajlar inanılmaz iyi. Zombiler resmen gerçek.), aksiyonu ve dramı, korkusu ve heyecanı, oyunculukları vs...
Bu saydıklarımın tamamı gerçekten de kusursuza yakın düzeyde. Hatta bazıları kusursuzdan da öte. Bir virüs salgınının, insanları yürüyen ölülere çevirmesi ve bundan bir dizi yapılması bazılarına garip gelebilir. Evet durumun fantastikliğinin farkındayım. Ama zombi fantezisi, hem edebiyat dünyasının hem de sinema dünyasının oldum olası en ilgi çekici fantezilerinden birisi olmuştur. Bilimkurgu dünyasını ve fantastik dünyayı sevenler, mutlaka kafalarında en az bir kez "Böyle bir şey olsa ben ne yapardım acaba?" diye geçirmişlerdir.

Müthiş makyajdan kastım böyle bir şey. Bu kadar gerçekçi zombi başka yerde göremezsin.


The Walking Dead'de sen kafanı çok fazla yormayasın diye bunu dizi haline getirmiş. Ve öyle bir kurguyla, öyle zarif bir şekilde yapmış ki izlerken kendini zaten hikayenin içinde buluyorsun.

Diziyle ilgili en önemli detaylardan birisi de, çoğu dizide maalesef rastlayamadığımız iyi oyunculuk. Walking Dead kadrosundaki en önemsiz, en az diyaloğa sahip oyuncu bile çıkıp babalar gibi rolünü yapıyor. Ama başrollerdeki oyunculara özellikle parantez açmak gerekiyor.

Mesela asıl adamımız Rick Grimes'ı oynayan Andrew Lincoln. Kendisi oyunculuk kariyeri boyunca çok büyük yapımlarda rol almamış bir isimken, muhtemelen bu dizi bittikten sonra kapısında yatmaya başlayacaklar. Çünkü atmosfere inanılmaz uyum sağlamış ve resmen dizinin içinde yaşıyor.

Andrew Lincoln, Rick Grimes rolünde, zombilerle sıcak temas halinde.
 
Norman Reedus'tan da bahsetmemek olmaz. Ki Andrew Lincoln'ün aksine kendisi yüzüne aşina olduğumuz bir oyuncu. Bilhassa Şehrin Azizleri filminde hastası olmuştuk. Walking Dead'de de kendisi Daryl Dixon rolünde ve sanırım şu an erkek izleyici kitlesinin favori adamı. Kadın izleyicilerin ise büyük aşkı. Polis memuru Rick Grimes dizinin sakin ve oturaklı karakteriyken, Daryl dizinin aykırı ve agresif karakteri.

Dizinin en delikanlı karakteri, Daryl Dixon.

Bir iki paragraf önce açtığım parantezi kapatayım ben iyisi mi. Yoksa o parantezi karakterlerin özelliklerinden oluşan bir romanla dolduracağım gibi gözüküyor.

The Walking Dead'i izlemeniz için bir neden daha söyleyeyim hemen. Sizden önce milyonlarca insan izledi ve hepsi beğendi. Hatta dizi 2-3 kez Emmy alıp, bir kez Golden Globe adayı oldu. Toplamda 15 ödül ve 50 adaylığı var. Defalarca izlenme rekoru kırdı.

Dizinin başlangıcındaki kadro. Yani kısmen... En sağdaki iki fotoğraftakileri tanımıyorum.

Dizinin konusundan hiç bahsetmedim biliyorum. Çok kısa bahsedeyim. Rick Grimes karısı ve bir çocuğu olan, etliye sütlüye karışmadan yaşayan bir polistir. Bir silahlı çatışma sonrasında komaya girer ve komadan çıktığında kendini bir hastane odasında bulur. Hastanede kendisinden başka kimse olmadığını fark etmesi uzun sürmez. Öldüm mü ben edasıyla etrafta dolaşırken zombileri görür ve bu işte bir gariplik olduğunu anlar. Karısını ve çocuğunu bulabilmek umuduyla yola koyulur.

Tabi 5 sezonluk bir diziden bahsediyoruz. Bu açılış kısmından sonra neler oldu neler. Artık bambaşka şeyler izliyoruz. Ama biliyorum ki bu başlangıç kısmı, okuyanlara biraz klişe gelmiş olabilir. Evet, kesinlikle haklısınız ve hazır olun, diziyi izlemek için çok çok iyi bir neden daha veriyorum size.

Bu dizi, bugüne kadar zombili yapımlarda gördüğünüz tüm klişeleri veya enteresan şeyleri bir araya toplayıp, çılgın bir hale sokuyor. Tüm tabuları, gerçeklikleri ve bildiğiniz her şeyi yıkıp geçiyor. Cesaretin, korkunun, sevincin ve göz yaşının altındaki ham maddeyi bize gösteriyor. Ve bunu tüm yıkıcılığıyla yapıyor. Şu alttaki afiş de size ufak bir şeyler anlatır diye düşünüyorum.


Ayrıca şundan da biraz bahsedeyim, hikaye kesinlikle bir hayatta kalma mücadelesi. Hem de sadece zombilere karşı değil, her şeye karşı. Bu diziyi izlerken, eğer sınırlar, kanunlar, ahlak kavramı olmasaydı insanlık neye benzerdi sorusunun cevabını yavaş yavaş bulacaksınız. İnsanın içindeki hayatta kalma iç güdüsünün ne kadar güçlü ve ne kadar çirkin olduğunu öğreneceksiniz.

Velhasıl ortaya çıkan şey gerçekten de izlemeye değer. Elbet bu dizinin de kusurları var. "Bu ne abi şimdi ya?" dediğimiz anlar olmuyor değil. Ama izleyicinin nabzını çok çok iyi tutan bir ekibin elinden çıkıyor dizi. Bir bölümdeki olayların veya yeni giren bir karakterin, fazla negatif veya fazla pozitif bir durumun anında icabına bakıyorlar. Dengeyi müthiş sağlıyorlar. Bir bölüm aşırı sakin geçtiği için bölüm sonunda küfrediyorsunuz, ama hemen arkasından bir sonraki bölümün fragmanı giriyor ve 1 hafta tırnaklarınızı kemirerek bekliyorsunuz.

Herkes kıyametle farklı bir yolla başa çıkıyor işte.

Yazının bir kısmında da belirttiğim gibi dizi şu an 5. sezonunun ortalarında. Yani izleyecek epey bölüm birikti. Ama gözünüzü korkutmasın, çünkü başına oturduğunuzda kendinizi kaybederek izleyeceksiniz. Kaç bölüm olduğu pek de umrunuzda olmayacak. Hatta bölümler bitmesin diye azar azar izlemeye çalışanlar olacaktır eminim. Başlattığım arkadaşlarımın bir kısmından tecrübeliyim.

Blogu açtığımdan beri sanırım yaptığım 4. inceleme ve diğer dizilerle kıyasladığımda tartışmasız en tutarlı ve izlemesi keyifli dizi. Özetle, "Abi Kesin İzle"!

16 Şubat 2014 Pazar

Black Sails: Karada Geçen Bir Korsan Hikayesi

 Maalesef başlıktan da çok net anlaşıldığı gibi henüz dizinin açılış sahnesi hariç deniz savaşı, hatta savaşı bırakın deniz yolculuğu bile göremedik. Bir korsan hikayesinin sahip olamayacağı bir lüks diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Ama işin şöyle bir boyutu da var ki, hikaye aslında birazcık da korsanların karadaki yaşantıya nasıl ayak uyduramadığıyla da ilgili. O yüzden negatif havayı biraz dağıtmak maksadıyla güzel şeyler söyleyeyim şimdi.


Black Sails ile ilgili bir şeyler karalamadan önce biraz beklemeye karar vermiştim öncesinde ama son bölümü de izledikten sonra dizinin muhteşem olmasa bile kaliteli olduğuna kanaat getirdim. O yüzden daha fazla bekleyemeyerek yazıya giriştim.

Yapımla ilgili ilk söylemem gereken şey Yürütücü Yapımcıları arasında Michael Bay'in de olduğu ve diziyle özel olarak ilgilendiği bilgisi. "Michael Bay de kim ayol?" diyorsan, derhal bu blogu terk et.

İkinci söylemem gereken şey ise inanılmaz jeneriği ve jenerik müziği. Ayrıca dizinin müzikleri genel anlamda mükemmel. Müzik piyasası muhtemelen bu konuda Bear McCreary abimizin eline su dökmekte epey zorlanıyor. Çünkü kafamı hangi diziye çevirsem, müziklerinin altında  Bear McCreary imzası görüyorum. Artık diziyi çektiğiniz zaman, Bear McCreary müzikleri otomatik olarak ekleniyor gibi oldu diyebiliriz. O muhteşem jenerik ve müziği de şuradan izleyip dinleyin, pişman olmayacaksınız:


Gelelim dizinin olayına... Flint isimli kaptanımız, aynı zamanda baş kahramanımız. Ama kendizi son zamanlarda sinema dünyasında görmeye alıştığımız türden esprili, yılışık ya da gerilim dolu kaptanlardan değil. Aksine kültürlü ve birikimli, çevresine karşı çok soğuk ve biraz fazla ego sahibi. Gemisi veya mürettebatı kesinlikle pek de umurunda değilmiş gibi bir izlenim yayıyor etrafına. Hatta mürettebat da böyle olduğunu düşünüyor ki ben onların yalancısıyım.

Kaptanımız büyük bir avın peşinde, fakat o ava ulaşabilmek için aşması gereken pek çok da engel var. Dizinin ilk 4 bölümünde o engelleri aşmaya çalıştığından ötürü, henüz denize inemedi. Kısmetse bir dahaki bölüm seferler başlayacak.

Aslında "Abi kesin izle" diyebileceğim bir dizi değildi Black Sails. Eğer emsalleri, hatta en azından iyi 1 tane emsali olsaydı muhtemelen bu yazıyı yazmıyor olacaktım. Ama Black Sails, Sinbad gibi rezil dizilerle karşılaştırılamayacak kadar iyi. O yüzden bu blogdaki yerini, bileğinin hakkıyla olmasa da şansıyla aldı diyebiliriz.

Dizinin atmosferini karanlık olarak tabir edemeyiz. Cıvıl cıvıl olduğunu söylemek de korsan adabına yarışmaz diye düşünüyorum. Korsan aksanı neredeyse hiç kullanılmıyor. Dizinin büyük kısmı memelerden ibaret. Kafanızı nereye çevirseniz bir çift meme görüyorsunuz.
Bazen bu aktrisin memelerini:

Bazen bu aktrisin memelerini:
Bazı zamanlarda da adını hiç duymadığımız ve muhtemelen bu diziden sonra da duymayacağımız figüranların memeleri... Gerçekten de tam bir meme dizisi. Bu kadar memeden bahsetmek yeter bence. Birazcık da teknik şeylerden bahsedelim. Kostümler ortalamanın üstünde diyebiliriz. Her karakter başka bir telden çalıyor iş giyinmeye gelince. Ve aslında hepsinin giyim kuşamı karakterlerini epey bir yansıtıyor. Görsel efekt namına dizinin ilk sahneleri hariç pek bir şey görmedik. Ama muhtemelen tüm patlamalı kısımları Michael Bay koordine ediyor. Tam onun tarzında her şey.

Dizi başlar başlamaz epey büyük bir hayran kitlesi edinmeyi başardı. Öyle ki daha 3 bölüm yayınlanmışken, yayıncı kanal olan Starz 2. sezonun siparişini verdi. Ki bu, Amerikan ve İngiliz dizilerinin hemen hemen hiçbirinin yapamadığı bir şey. Yani amaç popülarite sağlamak ve izlettirmekse, Black Sails bunu oldukça iyi başarıyor diyebiliriz. Ki bence bunda en büyük pay senaryoya ait. İçinde barındırdığı entrika dozu ve aşk/meşk davaları nedeniyle muhtemelen ilgiyi üzerinde tutmayı başarıyor.

Black Sails, izleyecek hiçbir şeyi kalmayan dizi severler için ideal sayılabilecek bir dizi. Ben portakalımı mandalinamı alıp, görev bilinciyle karşısına geçiyorum birkaç haftadır. Eğer benim tersime senin vaktin bolsa, "Abi kesin izle" diyorum.


11 Şubat 2014 Salı

Helix - Giderli Bilimkurgu

İyi bilimkurgu ile kötü bilimkurgu arasında acayip ince bir çizgi var. Aşırı iyi başlayan bir bilimkurgu filmi, çok küçük bir sorunla tamamen tepetaklak olup izlenmez hale gelebilir mesela. 150. sayfasında "Bu ne saçmalık lan?" deyip okumayı bıraktığım bilimkurgu romanları da olmuştur. Hele bir de bilimkurgu temalı dizi yapıyorsanız, o çizgi o kadar inceliyor ki resmen milimetrik çalışmak gerekiyor.

Elimizde bilimkurgu ve gerilim türünde bir dizi olduğu için böyle bir giriş yapma mecburiyeti hissettim. Çünkü bu dizide de gerçekten Kuzey Kutbu'nun ayazında yüksek iki tepe arasına gerilmiş bir ipin üstünde yürüyen senarist kadrosu var.

Dizinin şöyle bir afişi var ve ben ona resmen hastayım.

Kuzey Kutbu ne alaka dediyseniz, şöyle açıklayalım: Dizi orada geçiyor. Daha doğrusu Kuzey Kutbu'nda yer alan bir bilimsel araştırma ve geliştirme enstitüsünde. Bu enstitünün patronluğunu yapan Dr. Hatake (Hiroyuki Sanada) orada henüz tam olarak çözemediğimiz bir işler karıştırıyor. Tam olarak o aralarda, daha medeni bir yer olan Amerika'da ikamet eden Dr. Farragut (Billy Campbell) ve ekibi de bu enstitüde bir salgın olması ihtimali nedeniyle orayı araştırmaya gönderiliyor. Akabinde de acayiplikler başlıyor. Ne tür acayiplikler diyecek olursanız;

Şöyle acayiplikler...

Bir takım böyle acayiplikler...



Bazı böyle acayiplikler...


Ve daha çeşit çeşit acayiplikler. Ama bu kadar acayipliğe rağmen dizinin şu ana kadar olan ivmesiyle ilgili olumsuz bir şey söylemeyeceğim. Hatta daha yolun başında olmasına rağmen benim "Abi kesin izle" repertuarımda yerini aldı. Sırf iyi bir bilimkurguya yakışan bilimsel dokunuşları, tıbbi bilgileri çaktırmadan vererek hikayesiyle harmanlayabiliyor olması ve gerilim dozunun ne çok düşük ne çok yüksek olması nedeniyle bile kalitesini gösteriyor. Ki son saydığım neden çok önemli. Gerilim dozajı birazcık fazla olursa, bilimkurgu değil de Chucky'nin Gelini'ni izliyormuşsunuz gibi gelir. Çok düşük ya da başarısız olursa da "Scary Movie 5'i mi izliyorum lan ben?" diye düşünmekten kendinizi alamazsınız.

Neyse ki dizi o dengeyi iyi korumuş. Şimdi bu kadar pozitif ve nötr durumdan bahsettikten sonra biraz da negatifliklerden bahsedeyim. Bir kere oyuncu kadrosu, Dr. Hatake'yi oynayan Hiroyuki Sanada dışında popüler olmayan oyuncularla dolu. Hiroyuki Sanada içinse ancak yarı popüler tabirini kullanabiliriz.

Ve bu vasat kadro, ne yazık ki vasat bir oyunculuk sergiliyor. İzlerken kendinizle özdeşleştirebildiğiniz, sevdiğiniz ya da nefret ettiğiniz bir karakter olmuyor. 

Diğer vasatlık da dizinin müzikleri. Aklımda kalan hiçbir müzik yok. Müzikle bütünleşen bir enstantane de yok. Ki süreklilik isteyen böyle yapımlarda bence iyi müzik elzemdir.

Dizinin en öne çıkan artısı ise iyi görsel efektler ve kusursuz denecek makyaj. Bunları da kenara yazalım.

Uzun lafın kısası acayipliklerle dolu acayip bir dizi Helix. Bilimkurguyla haşır neşirseniz mutlaka bir bakın. İlk 3 bölüm bittiğinde sizi hala açmadıysa, gerisini izlemenize gerek yok derim.

10 Şubat 2014 Pazartesi

True Detective ve Gerçek Polisiye

"Abi kesin izle!" demeye taze taze çıkmış bir diziyle başlayayım dedim. En tazeler de Ocak ortasında başlayan bir avuç dizi olduğu için ilk incelemeyi oradan çıkartıyorum. Ne ilginçtir ki o bir avuç dizinin çoğunun hamuru iyi çıktı ama biri var ki kısa bir seri olacağı duyurulmasına rağmen efsane olmayı da garantiledi gibi. Tabii ki bahsettiğim dizi "True Detective".

Diziyi izleyenler zaten bilirler ama, uzun uzun diziden bahsetmeden önce bilmeyenler için şu efsane jeneriği paylaşayım.

Şimdi True Detective'in havasını tuzunu azıcık tatmış olduğunuza göre konuya girebiliriz. Öncelikle başrollerinde iki efsane oyuncu olduğunu belirtelim. 1.'si Woody Harrelson, 2.'s, Matthew McConaughey. İkisini de tanımıyorsanız ya da daha önce rol aldıkları herhangi bir yapımla karşılaşmadıysanız bu noktadan itibaren okumanıza gerek yok.

Emmy Ödülleri'ne daha epey var ama bu ikili True Detective'deki oyunculuklarıyla ödül için yarışacaklar. Ayrıca bu yapım kesinlikle bu yıl katıldığı tüm ödül törenlerinden bir kaç kaide toplayıp dönecek. 

Dizide Woody abimiz Dedektif Martin karakterini canlandırıyor. Bu dedektif; evli ve 2 kız çocuğu sahibi, kariyerinin altın çağında olarak görülen ve polislik yöntemleri birazcık fazla klasik olan bir adam.
Matthew abimizin karakteri olan Dedektif Rust ise Martin'in tamamen tersi. Bir sosyal yaşantısı olmayan, içine kapanık ama aşırı zeki ve dikkatli biri. Yeni fikirlere tamamen açık bir adam.

Senaristimiz bu iki birbirinin tamamen zıttı adamı ortak yapmaya karar veriyor ve onları sıradışı bir cinayet mahaline bırakıyor. Ki bu sıradışı cinayet mahali, ikilimizi karman çorman bir olaylar zincirinin ortasına itiyor.

Hikayeyle ilgili daha fazla detay vermek istemiyorum ama şunu kesinlikle söylemeliyim, epey güzel kurgulanmış. İki ayrı zaman diliminde geçmesine rağmen hem de. Nasıl iki ayrı zaman? Şöyle ki hikayenin bir kısmı günümüzde bir kısmı da 1995'te geçiyor. İşin atraksiyonlu kısmı 1995 ama olayları çözdüğümüz kısım bugün. İnce ince vereyim heyecanı, izleyince anlarsınız.

Başrollerin dışında kalan oyuncu kadrosu için de söyleyecek çok fazla şey var. Bir kere cast'ın çok dikkatli seçildiğini söylersek yalan söylemiş olmayız. Figüranlar bile el emeği göz nuru dersek dahi abartmış olmuyoruz yani o derece. 1995'in atmosferi çok iyi yaratılmış, günümüzle 90'lar arasındaki gidiş gelişler arasında kafamız karışmıyor. Ekip çok net çizgiler koymuş ve dizide stabiliteyi sağlamış. Müzikler jenerik müziğinden de anlaşıldığı üzere çok iyi. (Jenerik müziğinin sahibi olan grup The Handsome Family, belki merak eden olur.)

Dizinin yaratıcı Nic Pizzolatto'yu The Killing'den biliyorduk zaten. Bilmiyorduysanız ondan da başka bir yazıda bahsederiz artık. True Dedective ile ilgili sayfalar dolusu konuşulur ama bu kadarı da iş görür. Zaten nihayetinde 8 bölümlük bir mini dizi olacak. İkinci bir sezonu olması gündemdeymiş gerçi ama bambaşka bir kadroyla ve bambaşka bir senaryoyla devam edecekmiş eğer öyle bir şey olursa.

Bir de şöyle bir afişi vardı dizinin ki hastayım. Sırf teaser olmasına rağmen, bence dizinin atmosferine çok uygun. Onu da paylaştım, kaçtım.